Blogger tarafından desteklenmektedir.
RSS

Bir Ayrılık Filmi...



 BİR AYRILIK FİLMİ...

Bazı filmler vardır… İlk dakikasından itibaren sizi içine alan ve bitiş jeneriği akmaya başlayana dek bırakamadığınız… "Bir Ayrılık" (A Separation), her ne kadar başrol oyuncuları Nadir ve Simin’in hakim huzurundaki ayrılık girişimiyle başlasa da, ilerleyen dakikalarda, öykünün odağı bir yelpaze gibi açılıyor. Sonlara doğru ise bu ayrılık, hikayenin her ayrıntısında kendini gösteriyor…

          Simin, 11 yaşındaki kızları Termeh’i de alıp başka bir ülkede –belki de daha iyi şartlarda ve özgürce- yaşamak istiyor..fakat Nadir, yaşlı ve alzheimer hastası olan babasını bırakmak istemiyor. Bu noktadan sonra kararlılıklarından ödün vermeyen çift, boşanma işlemi sonuçlansa da, çocuklarının velayeti konusunda anlaşmaya varamıyorlar…Termeh, dava sonuçlanana kadar babasının yanında kalmayı tercih ediyor. Simin ise eşyalarını toplayıp ailesinin yanına taşınıyor…Hikayenin pimi de bu olayla çekilmiş oluyor; Simin’in, Nadir’in babası için tutuğu ‘bakıcı kadın’ öyküye dahil olduktan sonra, herşey giderek daha da karmaşık ve merak uyandıran bir hal alıyor...

       Yönetmen Asghar Farhadi, filmin başlangıcından bitişine kadar sorularını size hep büyük harflerle soruyor..ve sahneler ilerledikçe anlıyoruz ki, cevapları aslında size bırakıyor…Hikaye uzunca bir zaman bir ‘ölüm’ ün etrafında ve İran rejimi ne özgü  ‘yargı odaları’ nda ifade vermekle geçiyor…Filmin atmosferine giderek daha fazla hakim olan ‘vicdan’ kavram ise bence hikayenin can damarı. Fakat amaç, "her koşulda vicdanlı olmalıyız" tadında bir mesaj vermek te değil. Yalan söylemenin ya da vicdanlı olmanın insana özgü bir duygu olup olmadığını, filmin ana hatlarına ağırlığını koyan İran rejiminin bireyler üzerindeki baskısını da göz önünde bulundurarak algılamaya çalışıyoruz. Yönetmenin asıl amacı sizi bu hikayeye odaklamak. Bu yüzden diğer unsurları da anlaşılabilir bir düzeyde sunuyor; rejimi ve o atmosferi izleyicinin gözüne çok ta  sokmak istemiyor…

    Karakterler (özellikle kadınlar) şeriat rejimi nin kısıtlamalarını hayatın akışı içinde yaşayıp performanslarını da buna göre neredeyse oynamıyormuş gibi gösteriyorlar…Mesela bir erkek (aile bireylerinden biri olsa dahi) kadınların olduğu bir ortama girdiğinde, oradaki kadınlar seri bir refleks hareketiyle saçlarını ve yüzlerini örtüyorlar. Bakıcı kadın yaşlı adamı soyması gerektiğinde, diyanet hattı nı arayıp bunu yapabilmek için izin istiyor ve o izin, dakikalarca süren karşılıklı soru-cevap faslından sonra ‘koşullu’ olarak veriliyor. Hikaye, genelde hep kapalı alanlarda geçiyor. İran’daki kadınlar kılık-kıyafet kanununa tabi tutuldukları için, dışarıda geçirdikleri vakitler de haliyle kısıtlı...Toplu taşıma araçları dahi kadın-erkek ayrımına hizmet ediyor. Kadınlar ayrı, erkekler ayrı otobüsleri kullanıyor. Zira hikayenin kilit noktalarından biri de bakıcı kadının ‘yaşlı bir erkeğe bakma’ hizmetini kocasından gizlemesi oluyor…

Filmde en çok etkilendiğim performanslar; bakıcı kadın ve onun ‘sinir hastası’ kocası oldu diyebilirim…Bireylerin yaşadığı acılar sanatsal olmaktan öte, hikayeye ve kurguya hizmet eder gibi duruyor çünkü. Yani tüm oyuncular rollerini çok doğal ve zorlanmadan, başarıyla sergiliyorlar..

Yönetmen, senaryo akışındaki olası diyalogları çok uzun tutmamakla birlikte, o konuşmanın vardığı noktayı, farklı sahnelerde sunduğu ayrıntılarla vermeyi tercih ediyor. Hikayenin en büyük artılarından olan kurgudaki başarısı da bu anlatımı destekliyor…Filmde görüntü yönetmenliği oldukça sade ve doğal ışıklar kullanılmış. Belli bir müzik akışı yok. Ta ki son sahnede jenerik akmaya başlayana kadar…

Bir ayrılık, en başta muhatapları olmak üzere, giderek başka hayatları da etkilerken, öykünün ilerleyişindeki en merak uyandıran unsur, insanın içindeki vicdan çatışması oluveriyor...Bu filmdeki karakterler ise, her şeyden bağımsız kendi iç sesleriyle hareket ediyorlar..ve İranlı yönetmen Asghar Farhadi, şeriat rejiminin o insanlara dayatılan bir ‘kılıf’ olmaktan öteye gidemeyeceğinin altını ustalıkla çiziyor…

Bir Ayrılık (Jodaeiye Nader Az Simen) 
Yapım:  2011/İran 
Yönetmen-Senarist: Asghar Farhadi


      

                                                   

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

İlkbahar, Yaz, Arap Baharı, Kan..




Geçtiğimiz yıl haberlerde, gazetelerde ve diğer sosyal medya paylaşımlarında adını sıklıkla duyduğumuz bir manşete dikkatinizi çekmek istiyorum. Hatırlayacağınız gibi, geride bıraktığımız aylarda dünya gündemi “Arap Baharı” ve onun sıcak gelişmeleriyle doluydu. Adı geçen Arap toplumlarını merkeze alan ve ‘mevsimsel’ bir değişimle soyutlaştırılan bu kavram, aslında ciddi politik devrimleri niteleyen siyasi ayaklanmaların bir  bütünü. Bu isyanların günümüze kadar gelişen sonuçları ise artık net bir tablo çıkardı önümüze...Şimdi bir kaç dakikalığına sizleri ve kendimi bir ‘dünya vatandaşı’ gibi konumlandırıp Arap Baharı’nın açılımına değinmek istiyorum..

2011 Ocak ayında Kuzey Afrika’da ve ilk Tunus’ta fitili ateşlenen yoksulluk ve işsizlik karşıtı ayaklanmalar çok kısa bir zamanda Orta Doğu’ya da kaydı... Şubat ayında özgürlük ve değişim rüzgarıyla şekillenen Arap Baharı, Mısır’da halkın yönetim karşıtı isyanına dönüştü. Süreci takip eden sonraki aylarda, bu ülkelerde uzun yıllar iktidarda olan devlet başkanları, muhalifler tarafından devrildi. Bilhassa 30 yıllık iktidarından olan Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek’in devrilişi, dünyanın gözünü bu coğrafyaya çevirdi... Devrim sonrası bu ülkelerde yönetim, Ulusal Geçiş Konseyi adı altında ‘isyancı-sivil’ halkın idaresine bırakıldı... Sonraki aylarda yapılan serbest seçimler le de kendi yönetim biçimlerini belirlediler...

Batılı güçlerin ilk zamanlarda ‘seyretmeyi’ tercih ettiği bu ayaklanmalar, sonuçları meşrulaştığında giderek daha farklı bir seyir almaya başladı. Bu durumun en önemli göstergesi de Libya’da yaşandı. O tarihe kadar Arap Baharı’nın ‘en sert’ yaşandığı ülke olan Libya’da, gittikçe şiddetini arttıran isyanlar, devlet başkanı Muammer Kaddafi’nin aynı sertlikteki önlemleriyle kanlı bir iç savaş a dönüştü. Ardından tüm dünya bu krizi ve onu doğru yönetemeyen Kaddafi’yi kınamaya başladı... Haftalar sonra Nato’dan ‘müdahale' kararı çıkınca, köşeye sıkışan Kaddafi yönetimi bırakıp kaçtı  ve geçtiğimiz ekim ayında da muhalifler tarafından yakalanıp, tüm dünyanın gözü önünde linç edilerek öldürüldü... Böylelikle, daha fazla özgürlük ve daha iyi şartlarda yaşamak adına  başlatılan ama sıçradığı her ülkede amacından giderek sapan bu isyanlar, masumiyetini kaybedip, emperyalist güçler in iştahını kabartan bir paylaşım arenası na dönüşüverdi...

Uluslararası güçlerin, Arap Baharı ve onun ‘demokratik’ açılımını bahane ederek yürüttükleri paylaşım savaşı, Libya’da yaşanan bu sürecin ardından biraz daha netleşti. Devrim sonrası yönetimi ele alan Ulusal Geçiş Konseyi, ülke petrol lerinin bir kısmını ‘kendilerini destekleyen ülkelere’ vereceklerini resmi olarak duyurmuştu. Nato ve batılı destekçileri, Libya’daki çatışmaların aylarca sürmesinde bir sakınca görmediler, çünkü muhaliflere yapılan silah satışı da yine bu ülkelerin güdümünde sağlanıyordu...

2011 Nisan ayında Suriye’ye sıçrayan Arap Baharı, takip ettiğiniz gibi yerini bambaşka hadiselere bıraktı... Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’a yönelik rejim karşıtı gösteriler, üzerinden neredeyse 1 yıl geçmesine rağmen halen ‘meşru bir çözüme’ ulaşamadı. Essad güçleri ve muhaliflerin kanlı çatışmaları ‘binlerce’ sivil halkın ölümüne yol açarken, Suriye’deki iç savaş tan kaçan  mülteciler aylardır komşu ülkelere sığınıyorlar..Arap Baharı’nın ilk ayaklanmaları kansız ve iktidarın çekilmesiyle amacına ulaştıysa da, Libya’da akan kanlar Suriye’ye de sıçradı ama büyük bir farkla; Çin ve Rusya’nın desteğiyle...

Büyük güçlerin aynı gerekçelerle bir başka çarpışma alanına dönüştürdükleri Suriye’de, kanlı çatışmalar hala devam ediyor... Emperyalist güçlerin de gövde gösterisi bu noktada birleşiyor. Başından beri Esad iktidarına desteğini sürdüren  RusyaÇin ve İran, BM Güvenlik Konseyi’nin bu bölgeye askeri müdehale yapmasına da şiddetle karşı çıkıyor. Suriye, Rusya’nın en büyük silah pazarı ve o bölgede muhafaza ettiği güçlü bir kale, Çin’in de en büyük petrol müşterilerinden biri... ABD ise Suriye’deki  bu isyanları ‘yönlendirmekle’ yetiniyor...Şimdilik... ABD askeri müdehale yapmaktan kaçınıyor çünkü Afganistan ve Irak’ta bunun bedelini fazlasıyla ödedi... Rusya, Arap Baharı’nı olabildiğince Suriye’de durdurma kararlılığında ve bu isyanların kendi coğrafyasına sıçramasından da endişe ediyor aslında...Diğer taraftan, Suriye’de rejim değişirse, Rusya’nın Akdeniz’de güvenebileceği bir liman kalmayacak. Kıbrıs Rum Kesimi dışında... Kısaca ABD ve Rusya 20 yıl önceki soğuk savaş günlerine geri döndüler ama bu sefer değerleri belirleyen Avrupa ...

ABD, Çin, Rusya ve Avrupa, Arap Baharı ablukasının başlıca sütunlarını oluşturuyorlar diyebiliriz. Amaçları, söz konusu toprakların yeraltı kaynakları ve devrimler sonrası yapılacak her türlü kalkınma hamlelerinden ihale alabilmek...Peki Türkiye bunun neresinde duruyor..?

Türkiye, hem Suriye’ye hemde -dolaylı da olsa- onun müttefiği Rusya’ya komşu bir ülke. Son yıllarda Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde duraksamalar yaşasa da, diğer taraftan neredeyse  bütün büyük güçlerin  gizli müttefiği konumunda. (bknz; İncirlik Üssü-ABD, Kürecik Üssü-NATO) Ancak ‘mevcut iktidarın’ varlığıyla Arap coğrafyasında da hatrı sayılır bir itibara erişmiş durumda...Türkiye, coğrafi konumundan dolayı hem batıya dönük politikalara uyum sağlamakta, hem de Orta Doğu’da söz sahibi olma yolunda...ve son yıllarda dünya basınında stratejik konumuyla adından oldukça söz ettiren bir ülke...Türkiye Cumhuriyeti, büyük bir asker olan Mustafa Kemal Atatürk  tarafından 'devrimle' kurulmuş bir cumhuriyet herşeyden önce...Günümüzde varlığını sürdüremeyen Osmanlı Hanedanlığı'nın merkezi konumunda iken, büyük bir bağımsızlık mücadesiyle  laik ve demokratik bir rejime geçti... Dolayısıyla, Arap Baharı ile Türkiye’nin bu geçmişi, diğer uluslar tarafından fazlasıyla ilişkilendiriliyor... Hatta, geçtiğimiz Eylül ayında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve beraberindeki heyet, Kuzey Afrika’ya gitmiş, Arap Baharı’nın ilk yaşandığı ülkeler olan Tunus, Mısır ve Libya’yı ‘laiklik’ sürecinde ziyaret etmişti..
        
 Arap Baharı, etkisi altına aldığı tüm ülkelerde yıllardır anti-demokratik bir şekilde iktidarını sürdüren liderlerin devrilmesini sağladı. Sistem karşıtı bu ayaklanmalar, aylar geçtikçe yerini kanlı çatışmalar bıraktı...Ardından uluslararası güçlerin emperyalizm kokan müdehaleleriyle amacından sapıp bugünkü şeklini aldı...
         
Kendimizi  sadece yaşatıldığımız ve yönetildiğimiz toplumun bir bireyi gibi düşünürsek, yalnızca o ülke sınırları içinde olup bitenleri bilmiş oluruz. Aslında ayrıntıların çoğunun sınırötesi nde yaşandığı ve yaşatıldığı bir dünya düzeninde bu bakış açısı çok lokal olmaktan öteye gidemiyor... Farkındalık, merak etmekle başlayan bir süreçtir. Bilgiye ulaşıp, bu verileri algılama ve birikimlerimizle anlamlandırmaya giden yol her zaman en sağlıklı düşünme biçimi olacaktır....Politik sistemlerde insana özgü bir ayrıntı aramak günümüzde neredeyse imkansızlaşmıştır. Bu sistemlerde insana özgü tek kavram ‘güç hırsı’ ve onun yapabilecekleridir...
                                                                                                                                                                                    Pelin Yılmaz



  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Sherlock Holmes'u Anlamak...



"Kanunun diğer tarafında olsaydım, en başarılı suçlu olurdum." Sherlock Holmes 

Kendi türünde artık ikonlaşmış bir karakter olan Sherlock Holmes, bir asırdan fazla bir zamandır kısa hikayeler ve romanlarla okuyucuya, tv filmi ve dizilerle de izleyiciye ulaşmıştı...2009 yılında gösterime giren "
Sherlock Holmes" ta da yönetmen Guy Ritchiebu devamlılığın izinden gidip, hatırlayacağınız üzere, filmin son sahnesiyle 'yeni bir seri' ye göz kırpmıstı...ve "Sherlock Holmes-2/A Game Of Shadows (Gölge Oyunları)" geçtiğimiz haftalarda vizyona girdi. Ben bu konuda hikayenin biraz daha özüne inip, Sherlock Holmes efsanesinin minik bir analizine daldım geçtiğimiz günlerde...Hakkında bilgi edindikçe merakımı daha çok cezbeden bu efsane dedektifi sizlerle de paylaşmak istedim...O zaman yazıya Sherlock Holmes’ün yaratıcısıyla, yani Artur Conan Doyle’la başlamak en doğrusu olacak...

Dr. Joseph Bell ve Sherlock Holmes Efsanesinin Doğuşu

Sherlock Holmes, Sir Arthur Conan Doyle tarafından 19. Yüzyıl polisiye edebiyatına kazandırılmış 'hayali' bir dedektif-kahraman olmasına rağmen, kimilerine göre de hayali değildir..ancak bu varsayımın yazılı dayanakları olmadığından, Sherlock Holmes zamanla efsanevi bir karaktere dönüşür...Hatta yazar, seriye son verip Holmes’ü öldürdüğünde halkın ısrarlarına ve baskılarına dayanamayıp, kısa bir aradan sonra tekrar yazmaya başlar...Aynı zamanda bir tıp doktoru olan Sir Arthur Conan Doyle, coğu zaman muayenehanesinde hasta beklerken kaleme aldığı Sherlock Holmes karakterini yaratırken, dönemin ünlü doktorlarından Profesör Joseph Bell’i örnek almıştır...Holmes’un maceralarında sıkça kullanılan 'gözlemleme' yöntemini, hastalarıyla ilgili bilgi almak için kullanan Dr. Joseph Bell, böylelikle efsanenin çıkış noktası olur...

Sherlock Holmes ve House’un Benzerlikleri Tesadüf Değil

Yeni nesil Sherlock Holmes'ün, ABD’de hali hazırda bir fenomene dönüşen tv karakteri "Housela çokça benzerlikler taşıdığı söylenebilir...İzleyenler bilir, Dr. Gregory House, her bölümde -ününden dolayı- kendisine getirilen hastalara teşhis koyma konusunda tıpkı bir dedektif gibi hareket eder. En umutsuz vakalarda bile topladığı ipuçlarıyla ‘mutlak’ bir sonuca ulaşır. Tuhaftır, ukaladır, antisosyal ve aseksueldir. Aynı zamanda uyuşturucu ilaç bağımlısı olan House’un, tüm bu özelliklerinin yanında gözlem yeteneği ve mentalizmi had safhadadır. Bu da onun başarısının en büyük özelliğidir...Aslında bu karakterin çıkış noktası, yine profesör Joseph Bell'i anımsatıyor bize...House, tam olarak Dr. Joseph Bell ve dedektif Sherlock Holmes'ün özgün bir yorumuna ulaştırıyor bizi diyebiliriz...

Sherlock Holmes, çözmeye çalıştığı olaylarda genellikle ‘sonuçtan başlangıca’ (tümdengelim) yani ‘suçtan suçluya’ gider. Sorduğu soruların cevaplarının birbiriyle tutarlı bir bütün oluşturması, topladığı ipuçlarının genelde sürpriz bir sonuca gitmesi, onun olayları çözmedeki başarısının bir göstergesidir. Kendi dönemine göre oldukça tuhaf bir adam olan Holmes, aynı zamanda garip zevkleri olan, duygu durumu bozukluğundan mustarip ve neredeyse manik depresif bir kişiliktir. Tüm bu karakter özelliklerine, hatta daha da fazlasına House'ta da rastlamak mümkündür. House'un yakın dostu ve sırdaşı Dr. Wilson'la olan ilişkisi ise, yeni seri Sherlock Holmes'ta  'Holmes-Dr. Watson' ilişkisine adapte edilmiş gibi duruyor...Holmes’ün Dr. Watson’a olan yaklaşımı her daim diğer insanlardan farklı olmuştur, keza House'un Wilson'a olan yaklaşımı da öyle...Her iki hikayede de 'tuhaf' olan bu iki karakteri, deyim yerindeyse 'dizginleyen' ikinci bir adama ihtiyaç duyulmuştur aslında...Filmin senaristleri Michael Robert J. ve Simon Kinberg te, bu dostluğu yeni seriye taşırken, House ve sırdaşı Dr. Wilson’un ilişkisinden çokça esinlenmiş diyebililiriz...Örnekleri coğaltmak gerekirse eğer; Monk, Mentalist ve hatta CSI serileri de Sherlock Holmes’ün donanımlarından ve yöntemlerinden oldukça beslenmiştir...


Sıradışı Yönetmen Guy Ritchie’den Sherlock Holmes Karakterine Sadık Bir Dönüş

Sherlock Holmes efsanesini 2000’lere taşıyan ve onu post-modern bir görünüme sokan başarılı yönetmen Guy Ritchie'ye gelirsek; ilk uzun metrajı "Lock, Stock and Two Smoking Barrels (Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana)" ile sinemaseverlerin dikkatini çekmiş, ikinci filmi "Snatch (Kapışma)" ile sinefillerin gönlünde adeta taht kurmuştu...Çektiği hikayelerde olayları eğlenceli ve sürükleyici bir şekilde izleyiciye sunması, onun en belirgin özelliği olarak hafızalarda kaldı. Bu seriyi de klasik Sherlock Holmes hayranları için çekmediği aşikar...Ritchie'nin, karakterleri kendi tarzına oturtup, alışılmışın dışında bir Sherlock Holmes yorumu sunmayı başardığını söyleyebilirim...Öncelikle, efsane dedektif Sherlock Holmes’ü o meşhur şapkası olmadan resmetmeyi tercih etmiş, yakın arkadaşı Dr. Watson’la olan ilişkisini ise, bohemlikten uzak bir samimiyete taşıyarak güncelleştirmiş...Diğer taraftan da, açılış sahnesindeki meşhur 'Baker Streetplanıyla, klasik Sherlock Holmes öykülerine ve filmlerine bir nevi saygı duruşunda bulunmuş...

Jeremy Brett'ten Robert Downey Jr.'a Havalı Bir Geçiş...

Arthur Conan Doyle'un; uzun boylu, ince ve sarışın bir figür olarak hayat verdiği Sherlock Holmes karakteri, bu seride karşımıza; kısa boylu, kaslı, esmer, yakışıklı..ama yine karizmatik bir şekilde çıkıyor...90’ların başında "Chaplin" le yakaladığı akademik başarının ardından kariyerine uyuşturucu bağımlısı olarak bir süre ara veren Robert Downey Jr., 2000’lerin ortalarında "Zodiac" ve "Iron Mangibi kalifiye yapımlar ve gişe filmleriyle parlak bir dönüş yapmıştı...Robert Downey Jr. bu filmde, bana göre ‘1800 model Jack Sparrow serpiştirdiği yorumuyla hayli sevimli duruyor. Ayrıca karakterinin zayıf noktalarını ve tuhaflıklarını da  filme komedi unsurlarıyla eğlenceli bir şekilde yedirmeyi başarmış. Ritchie’nin cesurca kullandığı psikolojk geçiş sahnelerini, karakterin bütününe yedirmekte oldukça başarılı olan aktör, Sherlock Homes’ü kendine has stiliyle deyim yerindeyse güncellemiş...

Bilimsel yeteneklerinin dışında usta bir dövüşçü de olan Sherlock Holmes'ün kavgaları genelde sonradan anlatılır ve biz onun maceralarını yakın arkadaşı Dr. Watson’ın kaleminden dinleriz. Jude Law da Dr. Watson karakterinde gayet başarılı ve ölçülü bir performans sergiliyor...

Görsellikte Dinamik ve Şiirsel Bir Anlatım

Filmin en başarılı sahneleri şüphesiz, şiir gibi akan şık aksiyon sekansları...Guy Ritchie, bu sahneleri kullanmadaki hamaratlığıyla hikayeyi bugünlere taşırken, filmi de görsel bir şölene dönüştürüyor. Tabi kurgudaki başarıyı da göz ardı etmemek lazım...Sherlock Holmes’un -klasik öykülerde çok ayrıntıya girilmeden sunulan- Bartitsu’yu (Japon dövüş sanatı) ustaca kullanması ve beyninde canlandırdığı dövüş hamlelerinin ağır çekimde gösterildiği, hemen akabinde gerçek zamanlı uygulanan sekanslar çok başarılı...Ayrıca, jenerikte kullanılan ‘çizgi roman’ akışını, klasik Sherlock Holmes hayranlarına saygı emareleri taşıdığından başarılı bulduğumu da söylemeliyim...

Filmin yapımcılarından Joel Silver, daha önce "Matrix" ve "For Vendetta" nın da yapımcılığını üstlenmişti. Kurgu da Ritchie, "Revolver (Tabanca)da da birlikte çalıştığı James Herbert’la, müziklerde ise efsane bir isimle Hans Zimmer’le calışmış...İzleyiciler Hans Zimmer'i; "Gladiator", "Pirates Of Caribbean (Karayip Korsanları)", "Batman/The Dark Knight (Kara Şovalye)ve "Inception (Başlangıç)" gibi iyi prodüksiyonlardan da anımsayabilir...

Yaşadığı yüzyılda gelişen olaylar sonucunda, insan zekasının ve anlam yürütme yetisinin, diğer tüm olgulara üstün geleceğine inanan Sherlock Holmes, İngilizler'in endüstriyelleşme ve modernleşme sonucunda pasifize edildiği bir dönemde yazılmış hayali bir karakterdir...Üzerinden bir asır geçmesine rağmen insanlık bu efsane dedektifi 'takip' etmeyi bırakmamıştır...Okuduklarımızdan ve izlediklerimizden daha derin anlamlar çıkarmak, bizi düşünmeye sevkettiği gibi, geçmişten gelen bu hikayeleri günümüz yaşamında anlamlandırmak, kimi zaman keyifli bir deneyime de  dönüşebilir...İyi seyirler...
                                                                                                                                                                                    Pelin Yılmaz

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS