Blogger tarafından desteklenmektedir.
RSS

Vaiz Sokağı Numara 70

Ben sana kürk alamam doğrusu
Güzel bileklerine bilezik alamam.
Bir kap yemek, bir elbise.
Öyle bir tad var ki fakirliğimizde
Başka hiç bir şeyde bulamam..

Sokağımız arnavut kaldırımı,
Evimiz ahşap iki oda.
Daha iyisi de olabilirdi ya,
Şükür buna da...

– "Ama Hamdi beylerin.."
– Hamdi beylere bakma sen,
Tencere maltızda, fasulye tencerede
Çocuklar kapının önünde oynuyor mu ?
Ona bak sen..

– "Perdemiz kadife olmalıydı.."
– Basma da güzel olur, sevince.

Biliyorsun ancak boğazımıza,
Olmuyor ha deyince..

– "Kimbilir bir gün belki.."
– Adam sen de, aldırma,
Bunlar düşünmeye değmez
Hem hayat dediğin ne ki ?..


TURGUT UYAR

*İkinci Yeni


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

EVRENİN OLUŞUMU - 1


        

                Evrenin oluşumuyla ilgili şimdiye kadar sayısız fikir ortaya atıldı. Ancak günümüzde kabul gören ve açıklayıcı olan tek teori Big Bang (büyük patlama) teorisidir. İlk olarak 1922 yılında Alexander Friedmann (Rusya) tarafından sözü edilen kuram, 1929 yılında Edwinn Hubble (ABD) tarafından ispatlanmıştır. Hubble teleskobuyla evrenin genişlemekte olduğuna dair bir çok kanıt gözlemlenebilmiş, ancak teori 1989 yılında NASA tarfından, uzayda yapılan ölçümlerle kesin olarak kabul görmüştür. Evrendeki tüm galaksilerin birbirinden uzaklaşmakta olduğu gerçeği, günümüzde de bu teoriyi destekleyen en somut kanıttır.
                Öncelikle bu yazıyı 'gözlemlenebilmiş bilimsel kanıtlar' ışığında yazdığımı belirtmek isterim. Bazı noktaları daha anlaşılır kılmak adına çok fazla terim kullanmamaya çalıştım. Konuyu sadeleştirmek için de kısa cümlelerle ilerlemeyi tercih ettim. Okurken gözünüzde canlandırmak anlamı daha da güçlendiriyor. zaman devam edeyim... 
               13.7 Milyar yıl önce kozmik bir patlama, çok küçük ve ultra sıcak bir enerji bulutu açığa çıkardı. Patlamayla beraber hızla genişlemeye başlayan bu bulut yoğun bir radyasyon ışıması yayıyordu. Boyutları bir 'atom'dan daha küçük olan ve her saniye trilyonlarca km2 genişleyen evren aynı zamanda hızla soğuyordu da.. Bu saf enerji soğudukça trilyonlarca yan atom şeklinde maddeler oluşturmaya başladı; Nötronlar, elektronlar ve protonlar gibi maddeyi oluşturan temel parçacıkların bu süreçte ortaya çıkmış olabileceği düşünülüyor... 
               Açığa çıkan madde ve anti-maddeler çarpıştıkça, birbirlerini yok ederek büyük enerji patlamalarına yol açtılar. Ortaya çıkan bu parçacıklar toz halini alana dek dağıldı ve evren dakikalar içerisinde binlerce ışık yılı genişliğe ulaşabildi... Genç evren 'gaz bulutu' halinde binlerce yüzyıl varlığını sürdürdükten sonra sis yavaş yavaş dağıldı.. Tam da bu noktada 'kütle çekimi' nin devreye girmesiyle büyük olan küçük olanı çekmeye başladı. Bu arada yer çekimi, büyük patlamadan itibaren ortaya çıkmıştı zaten ve sürekli işlemekteydi. Patlamayı takip eden süreçte ortaya çıkan gazlar o binlerce yıl boyunca birbirlerine çekildiler yani...
               Milyonlarca yıl sonra, ince bir gaz halindeki bu maddeler evrene yayılmaya başladı.. Maddeler birbirlerine eşit uzaklıkta olmadığı için ve çekim noktalarının farklılığından ötürü 'düzensiz' bir şekilde birbirlerine çekilip kütleleşmeye başladılar. Bunun sonucu olarak, bu gaz denizinin bazı yerleri daha ince, bazı yerleri daha yoğun oluyordu. Boşlukların dışında kalan alanlarda ise daha sonra yıldızlar ve galaksiler şekillenmeye başladı... 
              Evet, buraya kadar size, evrenin oluşumunun 'ilk aşaması' nı anlatmaya çalıştım. Sonraki yazımda devamındaki süreci anlatmayı deneyeceğim; Yıldızların ve galaksilerin oluşumunu.. Bu türde ilk yazımdı. Umarım yeterince açıklayıcı olabilmişimdir...
              
              Son olarak; bilimin yegâne amacı sizi Tanrısız ve inançsız yapmak değildir. Bilim, uzun yıllar boyunca topladığı tüm verileri, güçlü bir teori oluşturabilmek adına geliştirir. Bu somut veriler mantıklı bir düzleme oturtulana kadar tartışılır ve sürekli test edilir, gözlemlenir. Kısaca diyorum ki; inançlı olmak bilime inanmakla çelişmez. Böyle bir ikilem sizi yorar.. Unutmayın, günümüzde ortalama yaşam süremiz yüz yıl öncesine oranla iki kat daha uzundur ve bunu tıp biliminin ilerlemesine borçluyuz...

                                                                                              Pelin Yılmaz

Kaynak olarak; 

*Cosmos la alakalı hemen hemen bütün sitelerde bu teoriden, ana hatlarıyla yukarıda anlattığım şekilde bahsedildiğini gördüm. 
** Bilim içerikli çeşitli tv kanallarından yine bu teoriyle ilgili paralel bilgilerin paylaşımından notlar aldım. (National Geographic, BBC Earth) 
*** Stephen Hawking'in "The Story Of Everything" belgeselinden aldığım notlar da çok işime yaradı diyebilirim.
           

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Nihilist Lokmalar




Ne öncesinde ne de sonrasında olmak istedi zamanın. Sonsuz bir döngünün çekirdeğinde öğütmek istedi varlığını..



  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Nihilist Lokmalar






Nefretle baktı insanlara varoluşunu sorgularken..ve o dünyanın niçin yaratıldığına sıkılmayacaktı artık canı; Ruhunu hiçlikle kutsadı..














  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Kış Uykusu


                     



      Nuri Bilge Ceylan ismini ilk kez 2003 yılında, Cannes'da ödül alan "Uzak" filmiyle duymuştum. Kürsüye çıktığında yaptığı teşekkür konuşmasında: "Benim yalnız ülkem.." diyerek, bu zarif cümleyi hepimizin hafızasına kazımıştı..

       NBC'ın Cannes'la ilk münasebeti, çektiği ilk kısa film olan "Koza" nın 1995'te yarışmaya seçilen 'ilk Türk kısa filmi' olmasıyla başlıyor aslında.. Ardından "Taşra Üçlemesi" olarak nitelendirilen üç uzun metrajlı filmi geliyor; Kasaba (1997), Mayıs Sıkıntısı (1999) ve Uzak (2002).. Üçlemenin son filmi olan "Uzak" 2003 Cannes Film Festivali'nde 'Büyük Jüri Ödülü' nü alınca, NBC bir anda uluslararası alanda tanınan bir isim haline geliyor. Ardından 2008'de "Üç Maymun" ile yine Cannes Film Festival'inde 'En İyi Yönetmen Ödülü' nü, 2011'de de "Bir Zamanlar Anadolu'da" ile 'Büyük Jüri Ödülü' nü kazanıyor.. ve geçtiğimiz yıl 2014'te "Kış Uykusu" ile 'En İyi Film' ödülünü alarak Altın Palmiye' yi kucaklamıştı başarılı yönetmen..

        Filmlerinde hikayeye genelde günlük yaşamın ortasından dahil olduğumuz NBC sinemasında, az sayıda karakter görürüz. Önemli bir olay ya da sahne aracılığı ile tek ve yoğun bir etki uyandırmak ister. Onun hikayelerinde insanlar ve diyaloglar şaşırtıcı bir yalınlıkta gerçek hayattandır. Anlatımı daha sade ve etkin kılmak için sessizliği tercih eder ve müziği mümkün olduğunca az kullanır. Genellikle ironik bir raslantı sonucuyla oluşturulan sürpriz bir finalle de hikaye noktalanır.. 

       Kış Uykusu'nun konusuna gelirsek; Aydın (Haluk Bilginer) emekli bir tiyatrocudur. Oyunculuğu bıraktıktan sonra Kapadokya'ya, babasından yadigâr kalan butik oteli işletmek için geri döner. Ama mütemadiyen hep bir yerlere gitme isteği de taşır. Bu süreçte hayatında iki kadın vardır: Kendisine hep uzak ve soğuk duran genç karısı Nihal (Melisa Sözen) ve boşanmış olan kız kardeşi Necla (Demet Akbağ) ...

      Her bir oyuncu ayrı ayrı başarılılar ama merkezde üç karakter var. Haluk Bilginer'in son derece etkileyici olan performansına Demet Akbağ ve Melisa Sözen de aynı ölçüde eşlik ediyorlar..ve bu üç karakter genelde iç mekanlarda, NBC filmlerinde hiç alışık olmadığımız şekilde dakikalarca konuşuyorlar. Diyaloglar kişilik çözümlemelerine, psikolojik çıkarımlara ve insan doğasının derinliklerine girecek kadar yoğun.. Diğer taraftan bu diyaloglarda hoş bir alaycılık, tatlı bir mizah duygusu ve gergin çatışmalar da var. Onları izlerken kendimizi; eşimizi, dostumuzu, ailemizi bulacak kadar zevk alarak, sıkılmadan, merak duygusu içinde izlerken buluyoruz.. Bu duygunun bize geçmesindeki en büyük etken, kuşkusuz NBC'nın oyuncu yönetimindeki başarısı ve söz konusu oyuncuların bunu hayranlık verici bir doğallıkla ekrana yansıtmaları..İzlediğim en efsane 'sarhoş muhabbeti' sahnesini bu filmde gördüm diyebilirim ! Levent Öğretmen rolünde Nadir Sarıbacak, "3 Maymun" daki Ercan Kesal kadar kusursuz. Keza İsmail rolünde Nejat İşler de iyi duruyor.. Gökhan Tiryaki'nin şahane görüntü yönetmenliği ile hem iç hem dış mekanlar masalsı bir atmosfere dönüştürülmüş.. 

       NBC elbette sosyal ve siyasi meselelere duyarlı, çevresinde olup biteni en yakından takip eden, bunlara dertlenen bir sinema adamı olarak, diyaloglarının nerelere varabileceğinin farkında ve bunlar bir yerlere gitsin de istiyor usulca. Fakat o, insandan yola çıkmak istiyor öncelikle. Toplumu insanların oluşturduğunu, herşeyin bireyde başladığını hatırlatıyor ve filmlerinde insan doğasını deşerek yapıyor bunu..

     Kış Uykusu NBC'ın seyirciye en yakın filmi diyebilirim. Bir romanın anlatımından ziyade o romanın hikaye formuna yerleştirilip, bir tiyatro sahnesinde sunulması gibi adeta.. İzleterek, düşündürerek, güldürerek.. Yani diyeceğim odur ki; Kış Uykusu, okuyup sevdiğiniz bir romanın "keşke filmi yapılsa" demek yerine "keşke romanı da yazılsa" diyeceğiniz filmlerden...



  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Bir Ayrılık Filmi...



 BİR AYRILIK FİLMİ...

Bazı filmler vardır… İlk dakikasından itibaren sizi içine alan ve bitiş jeneriği akmaya başlayana dek bırakamadığınız… "Bir Ayrılık" (A Separation), her ne kadar başrol oyuncuları Nadir ve Simin’in hakim huzurundaki ayrılık girişimiyle başlasa da, ilerleyen dakikalarda, öykünün odağı bir yelpaze gibi açılıyor. Sonlara doğru ise bu ayrılık, hikayenin her ayrıntısında kendini gösteriyor…

          Simin, 11 yaşındaki kızları Termeh’i de alıp başka bir ülkede –belki de daha iyi şartlarda ve özgürce- yaşamak istiyor..fakat Nadir, yaşlı ve alzheimer hastası olan babasını bırakmak istemiyor. Bu noktadan sonra kararlılıklarından ödün vermeyen çift, boşanma işlemi sonuçlansa da, çocuklarının velayeti konusunda anlaşmaya varamıyorlar…Termeh, dava sonuçlanana kadar babasının yanında kalmayı tercih ediyor. Simin ise eşyalarını toplayıp ailesinin yanına taşınıyor…Hikayenin pimi de bu olayla çekilmiş oluyor; Simin’in, Nadir’in babası için tutuğu ‘bakıcı kadın’ öyküye dahil olduktan sonra, herşey giderek daha da karmaşık ve merak uyandıran bir hal alıyor...

       Yönetmen Asghar Farhadi, filmin başlangıcından bitişine kadar sorularını size hep büyük harflerle soruyor..ve sahneler ilerledikçe anlıyoruz ki, cevapları aslında size bırakıyor…Hikaye uzunca bir zaman bir ‘ölüm’ ün etrafında ve İran rejimi ne özgü  ‘yargı odaları’ nda ifade vermekle geçiyor…Filmin atmosferine giderek daha fazla hakim olan ‘vicdan’ kavram ise bence hikayenin can damarı. Fakat amaç, "her koşulda vicdanlı olmalıyız" tadında bir mesaj vermek te değil. Yalan söylemenin ya da vicdanlı olmanın insana özgü bir duygu olup olmadığını, filmin ana hatlarına ağırlığını koyan İran rejiminin bireyler üzerindeki baskısını da göz önünde bulundurarak algılamaya çalışıyoruz. Yönetmenin asıl amacı sizi bu hikayeye odaklamak. Bu yüzden diğer unsurları da anlaşılabilir bir düzeyde sunuyor; rejimi ve o atmosferi izleyicinin gözüne çok ta  sokmak istemiyor…

    Karakterler (özellikle kadınlar) şeriat rejimi nin kısıtlamalarını hayatın akışı içinde yaşayıp performanslarını da buna göre neredeyse oynamıyormuş gibi gösteriyorlar…Mesela bir erkek (aile bireylerinden biri olsa dahi) kadınların olduğu bir ortama girdiğinde, oradaki kadınlar seri bir refleks hareketiyle saçlarını ve yüzlerini örtüyorlar. Bakıcı kadın yaşlı adamı soyması gerektiğinde, diyanet hattı nı arayıp bunu yapabilmek için izin istiyor ve o izin, dakikalarca süren karşılıklı soru-cevap faslından sonra ‘koşullu’ olarak veriliyor. Hikaye, genelde hep kapalı alanlarda geçiyor. İran’daki kadınlar kılık-kıyafet kanununa tabi tutuldukları için, dışarıda geçirdikleri vakitler de haliyle kısıtlı...Toplu taşıma araçları dahi kadın-erkek ayrımına hizmet ediyor. Kadınlar ayrı, erkekler ayrı otobüsleri kullanıyor. Zira hikayenin kilit noktalarından biri de bakıcı kadının ‘yaşlı bir erkeğe bakma’ hizmetini kocasından gizlemesi oluyor…

Filmde en çok etkilendiğim performanslar; bakıcı kadın ve onun ‘sinir hastası’ kocası oldu diyebilirim…Bireylerin yaşadığı acılar sanatsal olmaktan öte, hikayeye ve kurguya hizmet eder gibi duruyor çünkü. Yani tüm oyuncular rollerini çok doğal ve zorlanmadan, başarıyla sergiliyorlar..

Yönetmen, senaryo akışındaki olası diyalogları çok uzun tutmamakla birlikte, o konuşmanın vardığı noktayı, farklı sahnelerde sunduğu ayrıntılarla vermeyi tercih ediyor. Hikayenin en büyük artılarından olan kurgudaki başarısı da bu anlatımı destekliyor…Filmde görüntü yönetmenliği oldukça sade ve doğal ışıklar kullanılmış. Belli bir müzik akışı yok. Ta ki son sahnede jenerik akmaya başlayana kadar…

Bir ayrılık, en başta muhatapları olmak üzere, giderek başka hayatları da etkilerken, öykünün ilerleyişindeki en merak uyandıran unsur, insanın içindeki vicdan çatışması oluveriyor...Bu filmdeki karakterler ise, her şeyden bağımsız kendi iç sesleriyle hareket ediyorlar..ve İranlı yönetmen Asghar Farhadi, şeriat rejiminin o insanlara dayatılan bir ‘kılıf’ olmaktan öteye gidemeyeceğinin altını ustalıkla çiziyor…

Bir Ayrılık (Jodaeiye Nader Az Simen) 
Yapım:  2011/İran 
Yönetmen-Senarist: Asghar Farhadi


      

                                                   

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

İlkbahar, Yaz, Arap Baharı, Kan..




Geçtiğimiz yıl haberlerde, gazetelerde ve diğer sosyal medya paylaşımlarında adını sıklıkla duyduğumuz bir manşete dikkatinizi çekmek istiyorum. Hatırlayacağınız gibi, geride bıraktığımız aylarda dünya gündemi “Arap Baharı” ve onun sıcak gelişmeleriyle doluydu. Adı geçen Arap toplumlarını merkeze alan ve ‘mevsimsel’ bir değişimle soyutlaştırılan bu kavram, aslında ciddi politik devrimleri niteleyen siyasi ayaklanmaların bir  bütünü. Bu isyanların günümüze kadar gelişen sonuçları ise artık net bir tablo çıkardı önümüze...Şimdi bir kaç dakikalığına sizleri ve kendimi bir ‘dünya vatandaşı’ gibi konumlandırıp Arap Baharı’nın açılımına değinmek istiyorum..

2011 Ocak ayında Kuzey Afrika’da ve ilk Tunus’ta fitili ateşlenen yoksulluk ve işsizlik karşıtı ayaklanmalar çok kısa bir zamanda Orta Doğu’ya da kaydı... Şubat ayında özgürlük ve değişim rüzgarıyla şekillenen Arap Baharı, Mısır’da halkın yönetim karşıtı isyanına dönüştü. Süreci takip eden sonraki aylarda, bu ülkelerde uzun yıllar iktidarda olan devlet başkanları, muhalifler tarafından devrildi. Bilhassa 30 yıllık iktidarından olan Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek’in devrilişi, dünyanın gözünü bu coğrafyaya çevirdi... Devrim sonrası bu ülkelerde yönetim, Ulusal Geçiş Konseyi adı altında ‘isyancı-sivil’ halkın idaresine bırakıldı... Sonraki aylarda yapılan serbest seçimler le de kendi yönetim biçimlerini belirlediler...

Batılı güçlerin ilk zamanlarda ‘seyretmeyi’ tercih ettiği bu ayaklanmalar, sonuçları meşrulaştığında giderek daha farklı bir seyir almaya başladı. Bu durumun en önemli göstergesi de Libya’da yaşandı. O tarihe kadar Arap Baharı’nın ‘en sert’ yaşandığı ülke olan Libya’da, gittikçe şiddetini arttıran isyanlar, devlet başkanı Muammer Kaddafi’nin aynı sertlikteki önlemleriyle kanlı bir iç savaş a dönüştü. Ardından tüm dünya bu krizi ve onu doğru yönetemeyen Kaddafi’yi kınamaya başladı... Haftalar sonra Nato’dan ‘müdahale' kararı çıkınca, köşeye sıkışan Kaddafi yönetimi bırakıp kaçtı  ve geçtiğimiz ekim ayında da muhalifler tarafından yakalanıp, tüm dünyanın gözü önünde linç edilerek öldürüldü... Böylelikle, daha fazla özgürlük ve daha iyi şartlarda yaşamak adına  başlatılan ama sıçradığı her ülkede amacından giderek sapan bu isyanlar, masumiyetini kaybedip, emperyalist güçler in iştahını kabartan bir paylaşım arenası na dönüşüverdi...

Uluslararası güçlerin, Arap Baharı ve onun ‘demokratik’ açılımını bahane ederek yürüttükleri paylaşım savaşı, Libya’da yaşanan bu sürecin ardından biraz daha netleşti. Devrim sonrası yönetimi ele alan Ulusal Geçiş Konseyi, ülke petrol lerinin bir kısmını ‘kendilerini destekleyen ülkelere’ vereceklerini resmi olarak duyurmuştu. Nato ve batılı destekçileri, Libya’daki çatışmaların aylarca sürmesinde bir sakınca görmediler, çünkü muhaliflere yapılan silah satışı da yine bu ülkelerin güdümünde sağlanıyordu...

2011 Nisan ayında Suriye’ye sıçrayan Arap Baharı, takip ettiğiniz gibi yerini bambaşka hadiselere bıraktı... Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’a yönelik rejim karşıtı gösteriler, üzerinden neredeyse 1 yıl geçmesine rağmen halen ‘meşru bir çözüme’ ulaşamadı. Essad güçleri ve muhaliflerin kanlı çatışmaları ‘binlerce’ sivil halkın ölümüne yol açarken, Suriye’deki iç savaş tan kaçan  mülteciler aylardır komşu ülkelere sığınıyorlar..Arap Baharı’nın ilk ayaklanmaları kansız ve iktidarın çekilmesiyle amacına ulaştıysa da, Libya’da akan kanlar Suriye’ye de sıçradı ama büyük bir farkla; Çin ve Rusya’nın desteğiyle...

Büyük güçlerin aynı gerekçelerle bir başka çarpışma alanına dönüştürdükleri Suriye’de, kanlı çatışmalar hala devam ediyor... Emperyalist güçlerin de gövde gösterisi bu noktada birleşiyor. Başından beri Esad iktidarına desteğini sürdüren  RusyaÇin ve İran, BM Güvenlik Konseyi’nin bu bölgeye askeri müdehale yapmasına da şiddetle karşı çıkıyor. Suriye, Rusya’nın en büyük silah pazarı ve o bölgede muhafaza ettiği güçlü bir kale, Çin’in de en büyük petrol müşterilerinden biri... ABD ise Suriye’deki  bu isyanları ‘yönlendirmekle’ yetiniyor...Şimdilik... ABD askeri müdehale yapmaktan kaçınıyor çünkü Afganistan ve Irak’ta bunun bedelini fazlasıyla ödedi... Rusya, Arap Baharı’nı olabildiğince Suriye’de durdurma kararlılığında ve bu isyanların kendi coğrafyasına sıçramasından da endişe ediyor aslında...Diğer taraftan, Suriye’de rejim değişirse, Rusya’nın Akdeniz’de güvenebileceği bir liman kalmayacak. Kıbrıs Rum Kesimi dışında... Kısaca ABD ve Rusya 20 yıl önceki soğuk savaş günlerine geri döndüler ama bu sefer değerleri belirleyen Avrupa ...

ABD, Çin, Rusya ve Avrupa, Arap Baharı ablukasının başlıca sütunlarını oluşturuyorlar diyebiliriz. Amaçları, söz konusu toprakların yeraltı kaynakları ve devrimler sonrası yapılacak her türlü kalkınma hamlelerinden ihale alabilmek...Peki Türkiye bunun neresinde duruyor..?

Türkiye, hem Suriye’ye hemde -dolaylı da olsa- onun müttefiği Rusya’ya komşu bir ülke. Son yıllarda Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde duraksamalar yaşasa da, diğer taraftan neredeyse  bütün büyük güçlerin  gizli müttefiği konumunda. (bknz; İncirlik Üssü-ABD, Kürecik Üssü-NATO) Ancak ‘mevcut iktidarın’ varlığıyla Arap coğrafyasında da hatrı sayılır bir itibara erişmiş durumda...Türkiye, coğrafi konumundan dolayı hem batıya dönük politikalara uyum sağlamakta, hem de Orta Doğu’da söz sahibi olma yolunda...ve son yıllarda dünya basınında stratejik konumuyla adından oldukça söz ettiren bir ülke...Türkiye Cumhuriyeti, büyük bir asker olan Mustafa Kemal Atatürk  tarafından 'devrimle' kurulmuş bir cumhuriyet herşeyden önce...Günümüzde varlığını sürdüremeyen Osmanlı Hanedanlığı'nın merkezi konumunda iken, büyük bir bağımsızlık mücadesiyle  laik ve demokratik bir rejime geçti... Dolayısıyla, Arap Baharı ile Türkiye’nin bu geçmişi, diğer uluslar tarafından fazlasıyla ilişkilendiriliyor... Hatta, geçtiğimiz Eylül ayında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve beraberindeki heyet, Kuzey Afrika’ya gitmiş, Arap Baharı’nın ilk yaşandığı ülkeler olan Tunus, Mısır ve Libya’yı ‘laiklik’ sürecinde ziyaret etmişti..
        
 Arap Baharı, etkisi altına aldığı tüm ülkelerde yıllardır anti-demokratik bir şekilde iktidarını sürdüren liderlerin devrilmesini sağladı. Sistem karşıtı bu ayaklanmalar, aylar geçtikçe yerini kanlı çatışmalar bıraktı...Ardından uluslararası güçlerin emperyalizm kokan müdehaleleriyle amacından sapıp bugünkü şeklini aldı...
         
Kendimizi  sadece yaşatıldığımız ve yönetildiğimiz toplumun bir bireyi gibi düşünürsek, yalnızca o ülke sınırları içinde olup bitenleri bilmiş oluruz. Aslında ayrıntıların çoğunun sınırötesi nde yaşandığı ve yaşatıldığı bir dünya düzeninde bu bakış açısı çok lokal olmaktan öteye gidemiyor... Farkındalık, merak etmekle başlayan bir süreçtir. Bilgiye ulaşıp, bu verileri algılama ve birikimlerimizle anlamlandırmaya giden yol her zaman en sağlıklı düşünme biçimi olacaktır....Politik sistemlerde insana özgü bir ayrıntı aramak günümüzde neredeyse imkansızlaşmıştır. Bu sistemlerde insana özgü tek kavram ‘güç hırsı’ ve onun yapabilecekleridir...
                                                                                                                                                                                    Pelin Yılmaz



  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS